7 Şubat 2008 Perşembe

İNSAN

İnsan...

Bir varlık olmanın ötesinde ama bir varlık olabilmenin çabasında ve fakat varlığının tam tersi istikametinde....

İnsan...

Bir dünyanın içinde dönüdüğü dünya içinde dönen dünya...

İnsan...

Bir kan pıhtısı, bir aslan parçası...

İnsan...

Bir bomba pimi çekilmiş....

İnsan...

Bir merhamet ciğeri delinmiş...

İnsan...

Bir aşîk, bir maşûk....

İnsan...

Bir mazlum, bir zalim...

İnsan...

Bir hayal, bir gerçek...

Ve İnsan...

Bir SIR...

3 Eylül 2007 Pazartesi

Fikirler, Olaylar, Kişiler ve Beyinler

Gazete köşelerine her baktığımda nükleer donanmanın babası olarak bilinen Polonyalı yahudi bir ailenin çocuğu Amiral Hyman G. Ricover'ın O meşhur ve veciz "Büyük beyinler fikirleri , orta beyinler olayları , küçük beyinler kişileri konuşur." sözünü hatırlarım. Bu sözü sarfeden adam 1900-1986 yılları arasında yaşadı.

Yıl 2007 ve bu söz insanlık için söylenmemiş gibi davranıyor aydınlarımız(!)-ki aydın kelimesinin kendisi bile tartışmalıdır-.

Hyman G. Ricover bu cümle ile aslında kişileri ve olayları küçümseyip kişi ve olayların tamamen konuşulmasının yersiz olduğunu iddia etmiyor. Olaylar ve kişilerin konuşuluğu zamanlar da elbet olur ve de olması lazım gelir. Aksine söz kişileri veya olayları konuşmayı bir hayat tarzı haline getirmiş, bir iş edinmiş olanlara karşı söylenmiştir.

Kişilerin ve olayların konuşulması üretkenliği sağlamaz. Üretken insanlar fikirleri konuşur. Fikirlerin konuşulduğu, tartışıldığı toplumlar özgür, üretken ve ufku geniş olurlar. Fikirler insanların aslında hürriyetlerini kullandıklarının en iyi göstergesidir. Özgür bireyler düşünebilen ve düşüncelerini ifade edebilen insanlardır.
Oysa entellektüel bir izlenim yaratma gayretinde olan ve topluma yön vermeyi kendine şiar edinmiş; parselledikleri köşelerde kimi insanlar hakkındaki dedikodu ve vehimlerini bir o kadar yavan bir uslup ile hararetle tartışan yazarlarımız var.

Yazarlarımızın fikirleri tartışmasını isterken onlara köşelerinden karma felsefesinin psikolojik temellerini ve yansımalarını akademik dille anlatmalarını kastetmiyoruz. Fakat toplumun anlayacağı dilde topluma düşüncelerinizi elbette aktarabilirsiniz. Örneğin demokrasi, hoşgörü, insan hakları, adalet gibi toplumumuzun ihtiyaç ve ilgi duyduğu önemli kavramlardır. Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz.

Kişiler ve olaylar üstünde konuşup üzerinde konşulacak figürler oluşturmak kolay iştir.
Araştırmaya ve beyin zonklatmaya gerek olmadan elinizdeki hazır veri olan kişi ve olaylar hakkında hemen herkesin söylecek sözü vardır. Fakat iş değerlere, aidiyetlere, ideoljik eğilimlere geldiğinde ortalıkta pek az kişi kalır.

Ben yine çoğu köşe yazarını okurken Hyman G. Ricover'ın "Büyük beyiner fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler kişileri konuşur." sözünü hatırlayarak şu soruyu sorarım
Her olayda ve herkes hakkında söyleyecek sözü olan aydınlarımız(!) ufkumuzu açacak ve belki bizi sarsıp kendimize getirecek beyinler değil mi?

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Yazar Ahlakı


Yazmak zahmetli bir eylem olması kadar ahlaka muhtaç bir iletişim aracıdır.
İletişim aracı olarak kullandığımız yazılarımız eğer etik bir değer taşımıyor ise yazılarımız birinin yüzüne söyleyemeceklerimizi arkasından sayıp dökmeye benzer.

Bir kaç kişinin (köşenin) arasından "Tutmayın beni" edasıyla sallanan kalem; tutan elin zarar görmesini sağlar.

Son günlerde -mütemadiyen olmakla beraber- artan dozda ülkenin önemli ya da büyük gazete köşeleri bir diğerine ağza alınmayacak kadar kötü söylemlerle cevap verme yarışındalar.

Kimi eleştiri yapayım derken kimi izzetinefsine dokunulduğu için seviyelerini düşürerek mukabelede bulunuyorlar. Bu yazarlar arasında süren kavga, tartışılan konu hakkında marjinalleşmelerini sağlamakla beraber toplum huzurunda cereyan ettiği için kötü örnek olmaktadırlar.

Tabii olarak bu durumun farkında olan taraflar yazılarında aynı üslupla sayıp döktükten sonra; bir diğerine bu yazıların evlerde çocuklar tarfından okunabiliceğini hatırlatmaktan geri durmamaktadır.

İddialar insanlara elbette cevap savunma ya da tekzip hakkı verir. Fakat cevap vereyim derken iddia sahibinden çok daha basit ve kalitesiz malzemeler kişinin hakkını kullandığını değil adab-ı muaşerete olan uzaklığını gösterir.

Bir de bu seviyede devam eden atışmalara zamanla taraf olma ihtacı hissedenler çıkar. bir bakarsınız ki ortalık toz duman...

Biri; birine....

Diğeri bir başkasına....

Ver veriştir....

Bu tavırlar "insan" olma gayretinde olanlara hele de "insan olmayı öğretme iddiasında olanlara" yakışmaz. Yakışık olmamakla beraber biri diğiernin aynası olmaktan öteye gitmez.

Eleştirmek, yanlışları söylemek, doğru olana davet etmek ahlaktan yoksun olduğunda bunun adı "yazmak" sahibinin adı da "yazar" olmaz.
Toplum olarak ağzı bozuk bir millet olmamıza katkı sağlayan, reytigini yükseltmek için çabalayan çalakalemler yazarlık ve öncü olma iddiasında olamazlar.

Yazar olmak ahlak gerektirir. Ahlakı olmayan ancak karalar. Hem kendisine hem muhataplarına zarar vermekten başka bir işi olmaz.

Oysa toplumun gelişmesine, ilerlemesine katkıda bulunma amacını güdenlerin kalemleri herşeyi yazmaktan hayâ eder.

Hayâdan nasibini almayan yazarın kalemi de hayâsız olur.

23 Ağustos 2007 Perşembe

Ne Kadar Ekmek O Kadar Köfte!

Günlük hayatımızda duygu ve düşünceleimizi anlatabilmek için çoğu zaman deyimlere ihtiyacımız olur. Kısa ve öz anlatımlar sağlaması aynı zamanda kullanımının dile kattığı güzelik bunu daha cazip hale getirir.

Bu deyimlere bir örnek te biraz hayat anlayışımızı biraz da olması gerekeni ifade eden; "Ne kadar ekmek o kadar köfte!" deyimidir.

Beşeri ilişkileri mütekabiliyet esası üzerine oturmuş bir toplum olarak; bu deyim bizim hayat felsefemizin bir yansımasıdır.

Uzattığınız ekmeğin miktarı kadar köfte almak.

3 Ağustos 2007 Cuma

Asgari Müşterek, Meşveret ve Mutabakat

Asgari müşterek herkes tarafından kabul edilen nokta, üzerinde anlaşmaya varılan husus, uyuşulan konu, ortak payda, meşveret bir konu hakkında birinin düşüncesini sorma, danışma ve iki veya daha fazla kişinin birbiriyle fikir alışverişinde bulunmasıdır. Mutabakat ise sözlükte uzlaşma, uygunluktur.(*)

Burdan da anlaşılacağı gibi asgari müştereğin gerek şartı mutabakat; mutabakatın gerek şartı meşverettir.

Meşveret etmek muhataplara ortak konular hakkkında alınan kararın adil ve kabul edilir olmasını sağlar. Adil ve kabul edilebilinir olan sonuç ise mevzu üzerinde mutabakatı sağlar.

İnsanlarlarla ilişkilerimizde mutlaka ortak sorunlarımız, ihtiyaçlarımız, sorumluluklarımız, vb olur. Bu; bize, birlikte yaşamanın yüklediği ve hayatımızın katlanılabilir olmasının temini için bütün bu müştereklerimizin paylaşımını ve çözümünü gerektirir. Çözüm birlikte yaşadığımız ya da birlikte yaşamak zorunda olduklarımız ile mutlaka tarafların memnun kalacağı ya da aynı yakınıkta olabileceği bir yolun bulunması için görüş alış-verişinde bulunmamız ve sorun üzerinde uzlaşma sağlamamız gerekir. Aksi takdirde sorun çözümsüzlük yaratmakla kalmaz toplum huzuru, düzeni de yara alır.

Meşveret ile tarafların konu hakkındaki görüş ve düşünceleri meydana serilir. Serilen düşüncelerin illaki aynı olması gerekmez. Meşveret bu safhadan sonra yerini mutabakata bırakır. Mutabakat ise konu üzerindeki görüş ve düşüncelerin asgari müştereği yakalanmasıdır.

Mutabakatın sağlanması için meşveretin olması gerekir. Meşveret ise açıklık, samimiyet ve dürüstlük temelinde omalıdır.

Mutabakat, tarafların birinin diğerine kendi düşüncelerini dayatması ile sağlanmaz.
Mutabakatın olması için ön şartların olmaması gerekir. Ön şartlar anlaşmayı zora sokar.
Böylece asgari müştereğe yaklaşamayız.

Ortak sorunlarımızı ancak konuşarak ve anlaşarak çözüme kavuşturabiliz.
Yani asgari müşterek, meşveret ile mutabakatın meyvesidir.

(*)Türk Dili Kurumu Sözlüğü

8 Temmuz 2007 Pazar

Kuşkuları Giderebilmek

Kişiler bazen bir başkası hakkında kuşku taşıyabilirler. Bu normal bir durumdur. Çünkü tutarsız davranışları, bilmediğimiz ve kanaat sahibi olmadığımız yönleri bizde kuşku uyandırır. Kuşkulanırız, şüphe ile yaklaşırız ya da uzak dururuz. Hiç olmazsa ilişki kurmayız. Hatta tehlikeli görebiliriz. Hele kuşkularımız soyut olgular üzerine ise.

Peki; kuşkularımız sadece bizim veya sadece kuşku edilenin gayreti ile giderilebilir mi? Kuşkularımızın giderilmesi bizim ve muhattabımızın iletişimi ve beyanatlar ile mümkün olabilecektir.

Muhatabımızın iç dünyası ile ilgili kuşkularımız var ve bunlar bizi kaygılandırıyorsa nasıl davranmalıyız?
Sözgelimi karşımızdaki şahsın yaşam ve inançlarının bizim hukukumuzu engelleyebileceği endişesini taşıyor olalım. Doğal olarak bu endişemizin varsayılan sonuçlarının doğmaması için karşı taraftan aslında bizim kuşkularımnızın yersiz ve gereksiz olduğunun ikrar edilmesini ya da çok güçlü ise hukukumuzun korunmasın taahhüt edilmesini istemek durumunda kalırız.
Muhatabımız hiç bir şekilde bizim hayatımızı ve fikirlerimizi baskı altına almayacağını bize söylerse ne deriz?
Belki şöyle konuşabiliriz muhatabımızla:
- Bu konuda beni ikna etmelisin.
- Evet, biz birlikte yaşıyor ve bundan sonra da beraber yaşayacaksak birbirimizin fikirlerine, hayatlarına, inançlarına saygı duymalıyız.
- Sadece saygı mı?
- Elbette saygı ve tahammül ile birbirimizin özgürlüklerini desteklemeliyiz ve korumalıyız.
- Nasıl?
- Beraber yaşarken birbirimizin hayatına müdahale etmeyeceğimiz gibi bir diğerimizin hayatına müdahale edildiğinde birbirimizin özgürlüklerini müdafa edeceğiz.
- Eee!
- Yani sen kendi hayatını yaşarken bende keni hayatımı yaşayacağım ve birbirimizin hukukunu da koruyacağız.

İkna olduk mu?
Bazıları işte tamda bu noktada kocaman bir "hayır" ile itiraz ederler. Niye?
İtiraz şudur: Ben senin asıl niyetinin ne olduğunu biliyorum!
Neymiş? Benim hayatımı etkileyeceksin hatta engelleyeceksin!
Adam daha önce isteyenin isteği gibi yaşayabileceğini, düşünebileceğini anlatmış.
- Yok!
Peki, ne?
- Benim emin olabilmem için senin hayatının benim tahakkümüm altında olması gerekiyor. Sen benim tasvir ettiğim gibi yaşabilirsin...

Kuşkular giderildi mi?

Kendi haklarımızı korumaya çalışırken en az bizim kadar yaşama hakkına sahib olan insanların hayatlarını şekillendirerek kuşkularımızı gideremeyiz. Aksine asıl bizim gidişatımızdan endişe edilmesi gerekir.

3 Temmuz 2007 Salı

Sosyalist Enternasyonal ve CHP

Dünyanın çeşitli ülkelerinden 120 partinin 400 delege ile katıldığı Sosyalist Enternasyonal Cenevre'de geçtiğimiz günlerde toplandı.

Öncelikle Sosyalist Enternasyonel'in sosyal demokrat, demokrat sosyalist, ve İşçi partilerinin ortak olduğu bir ülkelerarası organizasyon olduğunu belirttikten sonra Türkiye'den de CHP'nin üye sıfatı ile katılmını ve Sosyalist Enternasyonal'in CHP ile olan kan uyuşmazlığını irdelemek gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği üzere Sosyalist Enternasyonal Temmuz 1951 tarihinde Frankfurt'ta kurulmuştur. Kuruluş amacı doğu blokundaki toplumları komünist yapıdan sosyalist bir çizgiye çekmekti. İlk yıllarda işçi parti ve hareketleri içerisinde kominizm ile mücadele verdi ve toplumların komünist ideolojiden sapmasını daha sosyalist bir düzenin oluşması daha sonraları demokratik bir anlayışın gelişmesidir.
Bu misyonu taşıyan birlik daha sonraları üyesi mevcut tüm ülkelerde üyelerin sosyalist çizgilerini takip etmiştir.

Ülkemizden CHP'nin üye olması birliğin bu partinin politikalarını takibetmesini sağlamıştır.
CHP bilindiği üzere totaliterizm temelinde kurulmu 1960'lı yıllarda ortanın solu kimliğini, 1970'li yıllarda sosyal demokrat kimliğini almıştır. Demokratik sol kimliğini Ecevit partiye kazandırmış ve o yıllarda düzen değişikliğini hedeflemiştir. Fakat 12 Eylül askeri darbesi ile bütün siyasi partiler gibi CHP'de kapatılmıştır.

CHP bugün demokratik sol kimliğini muhafaza ettiği iddiasındadır. Bu kimlikle Sosyalist Enternasyonal'e katılan CHP'nin bugünki ruh halinin irdelenmesi gerekmektedir.
Bu gerçeği Sosyalist Enternasyonal de Türkiye'ye bir Etik Komite'sinden heyet gönderme kararı alarak gözler önüne sermiştir.
Çünkü CHP giderek toplum özgürlükleri gelişmesi ve desteklenmesi yanında değil; baskının ve yükselen milliyetçiliğin yanında, daha açık ve şeffaf bir toplumun oluşması yanında değil; içekapanan ve darbeci zihiniyetin yanında olmuş, diyalog ve barışın hakim kılınması gereken bir toplum oluşturmak yerine toplumun ayrışmasında ve kutuplaşmasında rol almıştır. Bunda diğer siyasi partilerinde etkisinin olup olmadığı tartışılabilir. fakat CHP'nin demokratik sol kimliğinin bu konuda kendi siyasi yolu boyutuyla incelenmelidir.

Sosyalist ve demokratik bir misyon yüklenen kuruluşların Şöven bir dil kullanması ve bunu saldırgan bir uslup ile yapması düşünülemez bir durumdur. Aksine bütün etnik, dinsel ve bireysel farklılıklara saygılı ve herbirinin hakkını veren bir anlayışa sahip olması gerekir.
CHP son zamanlarda geliştirdiği politikalar, toplumun uzlaşma kültürüne, birlikte yaşama çabasına büyük bir zıtlık göstermektedir. Halkın yaşam tarzına müdahale ve yasakların yanında saf tutmaktadır. Toplumun hassas değerleri -örneğin laiklik ve rejimin tehlikede oluşu- üzerinden kutuplaşmaların oluşmasına sebebiyet vermektedir. Oysa laiklik üzerende toplumsal mutabakat hiç bir zaman olmadığı kadar sağlanmış, laikliği dinsizlik olarak görenlerin neredeyse olmadığı ve laikliğin din hürriyetinin bir garantisi olduğu kanıksanmıştır. CHP bu gelişmenin sağlanmasına karşıt bir politika izleyerek adeta toplumun bu değerler üzerinde mutabık kalmasını istememe tavrını göstermektedir.

CHP bu politikalarıyla sosyal birlikteliğin sağlanmasına katkıda bulunmamaktadır. Dolayısıyla demokratikleşme önünde bir engel oluşturmakla beraber ülkenin ayrışmasına sebep olacak söylem geliştirmektedir.
Bu durumu gözlemleyen Sosyalist Enternasyonal CHP'yi izleme kararı aldı. Bazı üyeler ise üst perdeden CHP'nin bu birlikten çıkarılması gerektiğini söylüyorlar.

Sonuç olarak anti-demokratik ve anti-sosyalist bir politikayı izleyen CHP'nin Sosyalist Enternasyonal ile bir kan uyuşmazlığının oluşması kaçınılmazdır.

Bakalım CHP, Sosyalist Enternasyonal'den çıkarılacak mı?